Menü Kapat

Ulusların Düşüşü

Daron Acemoğlu, James Robinson

496 Sayfa                                            Basım Yılı 2009

Kitabın Özeti: On Beş Bölümden oluşan bu eser, ulusların siyasi gelişimi ve ekonomik büyümesi hakkında kapsamlı bir analizin ürünüdür. Dünya çapında eşitsiz bir şekilde dağılan refahın kökenini inceler. Bu bağlamda çok geniş bir tarihsel perspektifle Neolitik devrimden Natufyan kültürüne, Amerika’nın keşfinden kıtadaki modern sorunlara; Sanayi Devriminden Afrika’daki kronik yoksulluğa değinir. Kitabın ana amacı bu farklılıkları kurumsal ekonomi bakış açısıyla açıklamaktır. Yazarlar, günümüz dünyasındaki ekonomik ve siyasi eşitsizliğin son 200 yılda şekillendiğini savunarak neden bazı ülkelerin varlıklı bazılarının ise yoksul olduğunu açıklamak için bir kuram ortaya koyarlar. Bu kurama göre, eşitsizliğin sebebi kurumsaldır ve kurumlar davranış ve güdüleri etkilediklerinden ulusların başarı ya da başarısızlıklarını belirlerler. Kurumları sömürücü ve kapsayıcı olarak ikiye ayırarak sömürücü ekonomik kurumların sömürücü siyasi kurumları; kapsayıcı ekonomik kurumlarının ise çoğulcu siyasi kurumları teşvik ettiğini söylerler.

Yazarlar Hakkında:

Kamer Daron Acemoğlu : 1967 yılında İstanbul’da doğdu. Ermeni kökenlidir. İlköğrenimini İstanbul Kadıköy’deki Aramyan Uncuyan Ermeni İlkokulunda tamamladıktan sonra 1986’da Galatasaray Lisesinden mezun oldu. Lisans derecesini İngiltere’nin York Üniversitesi’nde Matematiksel Ekonomi ve Ekonometri Bölümü’nde (1989) tamamladıktan sonra yüksek lisans (1990) ve doktora (1992) derecelerini ise Londra Ekonomi Okulundan aldı. 1992-1993 yılları arasında Londra Ekonomi Okulu’nda ders verdi. 1993’ten itibaren akademik kariyerine ABD’de Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) devam etmektedir. 2000 yılında ekonomi profesörü ve 2019 yılında da, üniversitede bir öğretim üyesine verilebilecek en yüksek unvan olan enstitü profesörü ünvanını almıştır.

James Alan Robinson: (1960 doğumlu) bir İngiliz ekonomist ve siyaset bilimcidir. London School of Economics, Warwick Üniversitesi (MA) ve Yale Üniversitesi’nde (PhD) ekonomi okudu. Robinson, daha önce 2004-2015 yılları arasında Harvard Üniversitesi’nde ve ayrıca Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley, Güney Kaliforniya Üniversitesi ve Melbourne Üniversitesi’nde öğretmenlik yapmıştır. Harris Okulunda Küresel Çatışmaların İncelenmesi ve Çözümü Pearson Enstitüsü’nün Enstitü Direktörü olarak görev yapmaktadır.

Bugün dünya üzerinde bazı uluslar başarılı olup kendi devamlılıklarını sağlayabiliyorken bazıları sağlayamıyor. Siyasal ve ekonomik olarak milletlerin bazıları kendi kendini idame ettirebilirlerken bazı milletler ise bu konularda söz sahibi olamıyorlar. Demokrasi, hukuk, eğitim sistemleri gibi belli başlı konularda uluslar birbirlerine karşı üstünlük gösteriyorlar. Peki bu üstünlüğün temel nedeni nedir? Neden bazı uluslar başarılı olurken bazı uluslar “düşmektedirler”? İşte Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un 15 yıllık bir çalışmasının ürünü olan Ulusların Düşüşü  isimli kitabı tam olarak bu soruya bir cevap arıyor.

Kitap, neolitik dönemden 21’inci yüzyıla kadar insanlığın tarihsel serüveninde farklı deneyimlere sahip ülkelerin zenginliğini, refahını ve yoksulluğunu iktisat ve siyasetin perspektifinden, yani ekonomi-politik eksen üzerinden okumaya çalışmaktadır. 15 yıllık uzun bir çalışmanın sonucunda 15 bölümden oluşan Ulusların Düşüşü kitabının özetle ya da ilk 70 sayfasında geçen ifadeyle kuramları, eserin 47-48’inci sayfasında şu şekilde dile getirilmekte: “Bir ülkenin zengin mi yoksa yoksul mu olduğunun belirlenmesinde ekonomik kurumların kritik bir rol üstlenmelerine karşın, ülkelerin ne tür ekonomik kurumlara sahip bulunduğunu belirleyenin ise siyaset ve siyasi kurumlar olduğudur.” Yani dünyadaki yoksulluğun ve zenginliğin oluşumunda siyasal ve ekonomik kurumların birbirlerini etkileyerek dünyanın farklı coğrafyalarında kimi ülkeleri zenginliğe kimi ülkeleri de yoksulluğa ittiği ileri sürülerek, buradaki kritik öğenin kurumlar olduğuna dikkat çekilmektedir. Kurumları öne çıkaran bu yaklaşıma, bu yüzden Kurumsal İktisat Okulu denmektedir.

Kitapta sade ve akıcı bir dil hâkim. Ne rakamlar arasında boğuluyorsunuz ne de teknik siyasi terimler arasında kayboluyorsunuz. Sürekli çarpıcı misaller verilmesi kitaba olan ilginizin kaybolmamasını ve bir çırpıda okumanızı sağlıyor. Konuların tarihi ve sosyal temelleriyle ele alınmasıyla bir iktisat kitabının yanında hem dünya tarihi hem de sosyoloji kitabı okuyormuşsunuz intibasına kapılıyorsunuz. Bu iki kurum Acemoğlu tarafından bir konuşmasında şöyle özetleniyor; “Kapsayıcı kurumlar çok basit. İş dünyasında size istediğiniz şeyleri veren kurumlar kapsayıcı kurumlar. Mülki hakları emin, yargı sistemi çalışıyor ve her insanı aynı şekilde değerlendiriyor. Rekabetçi yapı, bir şirket bir tekel her şeyi eline alıp kontrol edemiyor. İş piyasasında işler zorla, güçle olmuyor, piyasa koşullarına göre oluyor. Ve bir fırsat eşitliği var. İnsanlar geldikleri şehirlere, ailelerin isimlerine, ten renklerine göre sınıflandırılmıyor. Becerilerinize göre, piyasada yeni ufuklara yelken açabiliyorsunuz… Kapsayıcı kurumlar böyle. Peki dışlayıcı(sömürücü) kurumlar da bunun tam tersi. Mülki haklar yok. Yargı kurumlarıyla ilişkiye giriyorsanız, soyadınız, ahbaplarınızın kim olduğu çok önemli. Rekabetçi değil tekelci bir yapı. Piyasa yerine zor, güç ve kontrol belirleyici. Fırsat eşitliği yok. Bazılarının işi çok kolay bazılarının işi ise çok zor. Kapsayıcı kurumlar büyümeye çok daha yardımcı oluyor. Dünyadaki bu zenginlik ve fakirlik uçurumunu anlamak istiyorsak, bu kapsayıcılık ve dışlayıcılık noktasından başlamamız gerekiyor.”

Kitapta konular anlatılırken karşılaştırma üzerinden anlatım metodu seçilmiş. ABD ile Meksika, İngiltere ve İspanya gibi birbirine sınırı olan hatta Kuzey ve Güney Kore gibi aynı milletten olan devletlerin nasıl olup da birbirinden bu kadar farklılaştığı incelenmiş. Bunun için önce bölgenin ve ülkenin tarihini ele alıp orada yaşanmış büyük olaylar(devrimler, bulaşıcı hastalıklar, savaşlar, göçler vb.) üzerinden cemiyet yapısının ve devamında kurumların dönüşümü inceleniyor. Yazar bu büyük olayların neticesinde o ülkede kapsayıcı veya sömürücü kurumların hâkim olduğunu iddia ediyor. Bu iki kurum Acemoğlu tarafından bir konuşmasında şöyle özetleniyor;

“Kapsayıcı kurumlar çok basit. İş dünyasında size istediğiniz şeyleri veren kurumlar kapsayıcı kurumlar. Mülki hakları emin, yargı sistemi çalışıyor ve her insanı aynı şekilde değerlendiriyor. Rekabetçi yapı, bir şirket bir tekel her şeyi eline alıp kontrol edemiyor. İş piyasasında işler zorla, güçle olmuyor, piyasa koşullarına göre oluyor. Ve bir fırsat eşitliği var. İnsanlar geldikleri şehirlere, ailelerin isimlerine, ten renklerine göre sınıflandırılmıyor. Becerilerinize göre, piyasada yeni ufuklara yelken açabiliyorsunuz… Kapsayıcı kurumlar böyle. Peki dışlayıcı(sömürücü) kurumlar da bunun tam tersi. Mülki haklar yok. Yargı kurumlarıyla ilişkiye giriyorsanız, soyadınız, ahbaplarınızın kim olduğu çok önemli. Rekabetçi değil tekelci bir yapı. Piyasa yerine zor, güç ve kontrol belirleyici. Fırsat eşitliği yok. Bazılarının işi çok kolay bazılarının işi ise çok zor. Kapsayıcı kurumlar büyümeye çok daha yardımcı oluyor. Dünyadaki bu zenginlik ve fakirlik uçurumunu anlamak istiyorsak, bu kapsayıcılık ve dışlayıcılık noktasından başlamamız gerekiyor.”     

ABD ile Meksika sınırında yer alan Nogales adlı yerleşimi ikiye ayıran sınırın kuzeyi ve güneyi birçok bakımdan (yeryüzü şekilleri, iklim, bitki örtüsü, etnik ve kültürel yapı vb.) benzerken sınırın kuzeyinde (ABD) ve güneyinde (Meksika) yaşayan insanların refah şartları arasında büyük bir fark vardır. Peki bu farkın kaynağı nedir? Mikro ölçekte Nogales’le, makro ölçekteyse tüm ulus devletlerle ilgili olan bu soru Ulusların Düşüşü’nün ana temasını oluşturmaktadır. Bu sorunun, yani ulusların zenginliği ve fakirliğinin neden kaynaklandığının temelde verili iki farklı cevabı vardır: Jared Diamond gibi bazıları coğrafi faktörlerin belirleyici olduğunu öne sürerken, diğerleri temel neden olarak insan ajanını öne çıkarmaktadır. Örneğin, Adam Smith serbest pazar ekonomisini benimseyen ülkelerin, Max Weber kültürel iş ahlakına sahip toplumların fark yarattığını iddia ederken; bu kitabın yazarlarının temel savı ise, kurumların ve bunların örgütlenme tarzının belirleyici olduğu şeklindedir.

Acemoğlu ve Robinson, bu kitapta, uluslar arasındaki refah farklarının, diğer bir ifadeyle zenginlik ve fakirliğin ana nedeninin coğrafi, tarihi ya da kültürel faktörler olmadığını savunurken, bu farklılığın temel nedeninin ulusların sahip olduğu ekonomik ve siyasi kurumların niteliğinde yattığını öne sürmektedirler. Kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumlar ulusların refaha erişmesinde rol oynayan temel birer etmenken, sömürücü ekonomik ve siyasi kurumlar ise bunu engelleyen bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla, ulusların kapsayıcı kurumlara sahip olup olmamasının aralarındaki refah farklılıklarının nedeni olduğu argümanı kitabın temel tezini oluşturmaktadır. Peki, kapsayıcı ve sömürücü kurumlar arasında ne tür farklar vardır ve bunlar tarihsel olarak nasıl ortaya çıkar ve gelişirler?

Kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumlar temel olarak merkezi bir yönetimi, çoğulcu ve hesap verilebilir bir yönetim tarzını, hukukun üstünlüğünü ve mülkiyet haklarının korunmasını gerektirmektedir. Bu türlü bir kurumsal örgütlenme tarzına sahip toplumlar yaratıcı yıkımı; yani, yenilik getiren ve ilerlemenin motoru olan gelişmelerin kapısını aralarken; mülkiyet haklarının garanti altına alınmasıyla bireylerin birikim, yatırım ve yenilik yapma potansiyellerini desteklemekte; ayrıca hukukun üstünlüğü ve çoğulcu bir iktidar anlayışıyla güç paylaşımını motive ederek üretkenliği artırmaktadır. Bunun tersine, sömürücü ekonomik kurumlar ise, kapsayıcı kurumsal yapılanmanın bir ya da birden fazla temel unsurunu desteklemeyerek refahın önünü tıkamaktadır. Bu türlü bir kurumsal yapılanmaya sahip toplumlar genellikle bir elitin iktidarı altında çoğulcu olmayan bir iktidar tarafından yönetilmekte, mülkiyet hakları selektif olarak uygulanmakta ve yaratıcı yıkım teşvik edilmemektedir. Merkezi bir yönetim anlayışına sahip olmayan toplumlarda ise (sınırlı bir toprak parçasında birbirinden “izole” yaşayan çok sayıda kabileden oluşan bir siyasi oluşum gibi) kapsayıcı kurumlar gelişememekte, bu yüzden de söz konusu toplumlar fakirliği deneyimlemektedir. Ulusların Düşüşü, toplumların kapsayıcı ve sömürücü kurumlara nasıl sahip olduğunu tarihin olumsal rotasında aramaktadır. 17. ve 18. yüzyıllarda İngiltere ve Fransa’daki devrimler, örneğin, bu toplumların kapsayıcı kurumsal yapılara sahip olmalarının önünü açarken aynı zamanda bir verimli döngü de yaratmıştır. Yani, giderek artan oranda kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumlara sahip olmak, bu kurumsal gelişimin devamı için pozitif geribesleme etkisi yaratmıştır. Tam tersine sömürücü kurumlara sahip toplumlarsa, kendi içerisinde bir kısır döngü yaratarak -Sovyetler gibi zamansal olarak görece ekonomik büyüme ve gelişmeye rağmen, kapsayıcı nitelikte siyasi kurumların bu ekonomik gelişmeyi desteklememesi neticesinde- fakirliği deneyimlemektedir. Ancak, bu türlü devrimlerin/değişimlerin verili zaman ve mekânda gerçekleşmesi tamamıyla olumsaldır. Yani, bir zorunluluğun ürünü değildir. Ulusların Düşüşü, bu bakımdan kurumsal bir kader önermemekte; tam tersine, tarihin olumsal tabiatında gerçekleşen olaylarla toplumların refah ve zenginlik yol ayrımında bir tercihte bulunduklarını öne sürmektedir. Acemoğlu ve Robinson, Ulusların Düşüşü’nün ilk dört bölümünde ele aldıkları bu kuramı, kitabın geri kalanında tarihsel ve mekânsal olarak incelemekte; kanıtlamalarını Neolitik’ten günümüze, hemen tüm kıtalardan örnekler vererek tamamlamaktadır.

Acemoğlu ve Robinson, ekonomi başta olmak üzere birçok disiplinin incelediği ulusların sahip olduğu zenginlik ve yoksulluğun kaynağı problemine getirdikleri kurumsal yaklaşımla soruna oldukça tatminkar cevaplar vermekte ve tartışmaya yeni bir boyut katmaktadır. Bununla birlikte, Ulusların Düşüşü’nde açıklama gücüne sahip bir kuram olarak sunulan kurumsal yaklaşımın getirdiği yeni boyut yeni sorunlar da ortaya çıkarmaktadır. Bunlar;

birincisi, kitap boyunca tartışmanın merkezinde yer alan “refah”, “zenginlik”, “fakirlik” gibi kavramlardan ne anlaşıldığının yeterince açıklanmamasıdır. Eğer bu kavramlar, uluslar arasında ortaya çıkan farkların göreceli bir ifadesiyse, ki öyle anlaşılmaktadır, o vakit örneğin İsviçre’den Papua Yeni Gine’ye dek tüm toplumlar birbirine yakın bir refah seviyesine erişmedikçe, kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumlar geliştirmiş olsalar dahi, yoksulluk problemi var olmaya devam edecektir. Bu ise, yazarların sundukları kuramın ele aldığı sorunu aslında çözemeyeceğine ilişkin teorik bir kanıtı ortaya koymaktadır.

İkincisi, kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumların nispeten uzun bir süredir ayakta olduğu ve işlediği ulusların hemen hemen istinası az olacak bir biçimde tümünün gelir ve bölgesel kalkınma dengesizliklerinden mustarip olmasının ortaya çıkardığı problemdir. Eğer, kurumsal örgütlenme tarzının kapsayıcı olması refahın kapılarını aralıyorsa, neden bu kurumlara sahip ülkelerde yer yer büyük gelir dağılımı farklılıkları ve ayrıca bölgesel dengesizlikler görülebiliyor? Bu defacto kanıt, kapsayıcı ekonomik kurumlara sahip toplumların içerisinde aslında birçok “Nogales”lerin bulunduğu sonucunu ortaya çıkarmakta ve sorunu şu önemli noktaya yönlendirmektedir: Kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumlara sahip olan toplumlardaki artan refah nasıl dağıtılıyor? Kuşkusuz, günümüz kapitalist dünya-ekonomisinde bu refahın dağıtımı, toplumların sahip olduğu sınıfsal farklar maskelenerek anlaşılamaz. Bu ise, kurumlar ne kadar gelişmiş ve kapsayıcı olursa olsun zenginliğin üst sınıflarda, fakirliğin ise alt sınıflarda hüküm süreceği -de facto- gerçeğini bize göstermektedir.

Üçüncüsü, yazarların öne sürdükleri kuramsal yaklaşımı desteklemek için kullandıkları mekân-zaman anlayışının ortaya çıkardığı problemle ilgilidir. Kurumsal yaklaşım, şaşırtıcı bir şekilde zamansal ve mekânsal farklar gözetmeden Neolitik’ten günümüze ve tüm mekânlarda geçerli olacak bir şekilde formüle edilmiştir. Ne var ki, refahın reçetesi olarak sunulan kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumların temel dinamikleri (merkezi yönetim, çoğulcu rejim ve hesap verilebilirlik, hukukun üstünlüğü, mülkiyet hakları vb.), herhangi bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, 16. yüzyılda Batı Avrupa’da gelişmeye başlayan 20.yüzyılda tüm küreyi saran kapitalist dünya-ekonomisi için geçerli olabilecek bir sosyal konfigürasyon içermektedir. Esas olarak 16. yüzyıldan önce hüküm süren dünya-imparatorluklar ve mini-sistemler döneminde, yazarların refahın reçetesi olarak öne sürdükleri temel dinamiklerin bir çoğunun maddi anlamda işleme şansının olduğunu söylemek oldukça iddialı olacaktır. Popülasyonu oldukça az olan kabileler için merkezi yönetimin olmaması ne kadar doğal ise, bir monark tarafından yönetilen imparatorluk için de çoğulcu değil, tekelci olmak sistemlerin kendi mekân-zaman boyutları içerisinde o ölçüde doğal ve beklenen bir durumdur. Zira, tarihsel süreç içerisinde mini-sistemleri yutan dünya-imparatorluklarının gelişmesinde, mülkiyet haklarının selektif olarak dağıtılması, tekelci bir gücün olması gibi faktörler etkiliydi. Yani bize göre, yazarlar, kapitalist dünya-ekonomisine ilişkin olan kuramlarını tüm tarihsel sistemlerde geçerli olacak bir şekilde esnetmeye çalışarak aslında anakronizme düşmektedir.

Bu durum, kitapta ulusların zenginliği ve fakirliğinin kaynağına ilişkin diğer hipotezlerin değerlendirilmesinde de bazı problemler ortaya çıkarmaktadır. Örneğin, günümüzde “deterministik” etiketiyle damgalanarak gözden düşürülen coğrafya hipotezinin ele alınış biçimi, kitapta uygun bir mekân-zaman boyutunun eksikliğini yansıtmaktadır. Kitapda, zenginliğin ve yoksulluğun kökeninin bu kurumlar olduğunu uzun uzadıya ülkelerle ilgili verdikleri ansiklopedik bilgilere boğarak anlatıp bir tür tarih aktarımı yaparken, meseleyi sosyal bilimlerde önemli bir belirleyen veya etkileyen olgu olan ülkelerin kültürel yapılarını ve coğrafyalarını tamamen devre dışı bırakacak şekilde analize tabi tutmaları bir başka açmazı bize göstermektedir. Yazarlar, Max Weber’in “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” çalışmasındaki “kültürel” unsuru, İbn Haldun’un “Coğrafya Kaderdir” mottosunu ve Tüfek, Mikrop ve Çelik adlı kitabıyla dünyaca tanınan Jared Diamond’ın coğrafyanın belirleyiciliği yaklaşımını, kitap da hızlıca eleyerek adeta ülkelerin kaderi ve tarihini “tek belirleyen kurumlardır” demektedirler.

Acemoğlu ve Robinson’ın Ulusların Düşüşü, “ulusların zengin ya da yoksul olmasının altında yatan neden nedir?” sorusunu yeniden sorarak ortaya orijinal bir kuramsal bakış açısı koymuş ve problemlerine rağmen tartışmaya kesinlikle yeni ve orijinal bir boyut kazandırmıştır. Kitap, süregelen tartışmalara farklı bir düşünce kapısını aralaması, sorunu farklı bir kuramsal çerçeveden yeniden ele alması, bu ele alışta savunduğu düşünceyi güçlü örneklerle temellendirmesi bakımından akıllarda kalacak ve birçok tartışmaya yol açabilecek iyi örneklerden birisi olarak okunması gereken kitaplardan birisidir.